HZ. MEVLÂNÂ’NIN DİLİNDEN ŞEMS-Î TEBRÎZ-Î VE AŞK

H. Nur Artıran 

 

Kur’ân-ı Kerîm’de “Ahsenü’l-kasas” olarak vasıflandırılan Hz.Yusûf ile Züleyha’nın aşkından sonra, insânlık âlemini en çok cezbeden öyle bir aşk var ki; o’da Hz.Şems-î Tebrîz-î ile Hz.Mevlânâ’nın bir birlerine duymuş oldukları ilâhi muhabbettir.

 

Bu öyle bir aşktır ki; hâlâ dalında açılmamış gonca kadar tâze, semâdan yer yüzüne düşen  Hây  sırrı gibi canlı ve berrak, aldığımız nefes kadar bize bizden daha yakın. Hz. Mevlânâ bu ilâhi aşk için bir gazelinde şöyle der:

 

Bu öyle bir nûrlu aşk ağacıdır ki; Gövdesi yoktur. Dalları ezelde, kökleri ebededir. Bu aşk ağacı ne arşa dayanır, nede yeryüzüne. (1)

Bu öyle bir aşktır ki, yer yüzüne böyle bir aşk hiç gelmedi. Bundan sonra bir daha da hiç gelmeyecektir. (2)

 

Yüz yıllardan beri bu ilâhi dostluk için, âlimi de, câhili de, irfân sahibi kâmili de, herkes kendi hilkâtine ve ilmine uygun olarak birçok şey söyledi, yazdı çizdi. Asırlardır doğru yanlış nice yorumlar yapıldı. Bunların tümünü gayet tabîî karşılamakla birlikte bendeniz ısrarla üzerinde durulan bazı konuları bi-zâtihi Hz. Mevlânâ’nın kendi beyitleri ve bakış açısıyla yüksek huzûrlarınızda bir kez daha dile getirmek istiyorum. Bilindiği üzere; kimilerine göre Hz. Şems-î Tebrîz-î ma’şûk, Hz. Mevlânâ’da âşık. Kimilerine göre ise; Hz. Şems-î Tebrîz-î şeyh, Hz. Mevlânâ’da mürîd. Hz. Mevlânâ’ya göre ise; gövdesi olmayan, dalları ezelde, kökleri ise ebede, bulunan bu ilâhi aşkta, bizlerin yüzeysel anlayışı ölçüsünde ne âşık vardır ne ma’şûk, ne şeyh vardır, ne mürîd. Bu aşk üzerine söylenmiş bazı sözler sûretâ kabul edilebilir olsa da, bâtınını ancak; Şems-î Tebrîz-î ile Hz. Mevlânâ’nın bâtnında yok olanlar, o aşk ateşiyle yanıp yakılıp kül olanlar bilir.

Hiç şüphesiz; akl-ı selim olan herkeste kabul eder ki, ne yeryüzüne, ne de arşa dayanan, böylesine ulvî bir aşkın lahûti mânâsı üzerine mütmâin bir şekilde konuşmak için, ne doçent, doktor, profesör olmak, ne de mektep medrese bitirmek yeterli değildir. Hz. Mevlânâ Divân-ı Kebîrdeki bir gazelinde şöyle buyurmuştur:

 

Yeryüzünde aşk medresesi açıldığından beri, sevenle sevilenin, âşıkla ma’şûkun arasındaki fark kadar zor bir mesele daha bu dünya’da ortaya çıkmadı. Hekimlerin başvurdukları kıyastan başka yollar var ama, meseleyi çözmeye yarayan fıkıh bilgisi bilene de bu yol  kapalı, hekime de kapalı, yıldızlarla uğraşan müneccimlere de bu yol kapalı. O şekilde de, bu şekilde de, çeşitli zamanlarda nice derin bilgili kişiler, nice keskin zekâlı kişiler, âşık la ma’şûk arasındaki fark konusunda bir hayli meşgul oldular. Çeşitli fikriler ortaya attılar. Çeşitli tartışmalara giriştiler. Birbirleriyle çeliştiler, fakat sonuç olarak hakikate hiçbir şekilde ulaşamadılar. Âşıkla ma’şûk arasında birçok farkların bulunduğundan bahsettiler, fakat hepsinin de yolları bağlandı. Hiç kimse âşıkla ma’şûk konusundaki gerçek bilgiye ulaşamadı. (3)

 

Âşıklar sultanı Hz. Mevlânâ; yüz yıllar önce hiç kimse âşıkla ma’şûk konusunda gerçek bilgiye ulaşamadı derken, günümüzde bu ilme ne derece ulaşıldı? Ne derece vâkıf olundu? Bu da ancak ehline malûm.

 

Niçin hiç kimse âşık ile ma’şûk arasında ki farkı bilemedi? Neden bu gerçeğe kimse  ulaşamadı? Bunu da yine Hz.Mevlânâ’nın bazı beyitleriyle arz etmek isterim:

 

Her iki âlemde aşka yabancıdır. Aşk’ta yetmiş iki delilik, yetmiş iki divânelik vardır.  Âşıkın mezhebi yetmiş iki dinden ayrıdır. (4)

 

En büyük imamlardan Ebû Hanife hazretleri aşktan bahsetmedi, Şafiî hazretleri de aşkı açıklamadı. Hiçbir mezhep imâmı bu konuda hiçbir rivâyette bulunmadı. Din ilminde; Bu câizdir, bu câiz değildir münâkaşasının bir sonu vardır. Âşıkların ilmine son yoktur. Aşk dini bütün dinlerden ayrıdır. Âşıkların şeriatide, mezhebi de Allah’tır. (5)

 

Ne yazık ki; halk bu konuda dedikoduya düşmüştür. Aşk, üstünükte, bilgide, defterde, kitap sayfalarında değildir. (6)

 

AŞK çalışıp okumakla öğrenilmez. (7)

 

Hz. Mevlânâ; başka bir beytinde; aşk-ı da aşk hallerini de öğrenmek istiyorsan git aşka sor, aşkı aşktan öğren diye bize yol göstermiştir. Mademki aşk’ı aşktan öğreneceğiz; O halde Hz.Mevlânâ’ya göre Aşk nedir? Âşık, ma’şûk, kimdir?

 

Hz.Mevlânâ Divân-ı Kebîr’deki çeşitli beyitlerle bu soruya şöyle cevap verir:

 

Aşk nedir? diye sorarlarsa de ki: AŞK dileği, isteği, yapıp yapmama arzusunu, irâdeyi terk etmektir. (13)

 

Aşk göklere uçmaktır.
Aşk her an yüzlerce nefs perdesini yırtmaktır.
Aşk kendini fâni isteklerinden kurtarmaktır.
Aşk nefsâni istek ve arzular peşinde yürümekten kaçmaktır.
Aşk dünya’yı yok saymak, görmezlikten gelmektir.
Aşk geldiği yeri ve gideceği yeri düşünmek, kendini anlamaya, bilmeye çalışmaktır.
Aşk Allah ile kul arasında ki peygamber gibidir. (14)
Aşk harap oluştan yıkılıştan”. (15)
Aşk mânevi devletten, Allah’ın lütfundan, yardımından, gönül ferahlığından başka hiç bir şey değildir. (16)
Aşk Allah’ın evidir. (17)
Aşk ilâhi bir aynadır. (18)
Aşk rûh gibi ötelerden gelmiş bir gariptir. (19)
Aşkın bu fâni âlemle hiçbir ilgisi yoktur. (20)
Aşk kadim olan, önüne ön olmayan Allah’ın sırrıdır.
Aşk ucu kıyısı olmayan muallakta duran bir denizdir.
O sonsuz denizin sadece bir damlası ümit
Geriye kalan hepsi korkudur. (21)

 

Sonuç olarak yukarıda arz edilen beyitler ışığında aşk’ı birkaç cümlede ifâde edecek olursak;

AŞK” kelimesinin başındaki Arapça “Ayın” harfi, ibâdet ve kulluk, “Şın” harfi şükür, “Kaf” harfi de kanâate işaret eder. (22)

 

Görüldüğü üzere ilâhi aşk’ın fâni âlemle, dünyevi duygu ve düşünceyle uzaktan yakından hiçbir alâkası yoktur. Aşk sadece Cenâb-ı Allah’ın kudret elinde bulunan ilâhi bir cevherdir onu da ancak ehline lütfeder.

 

Çok önemli konulardan biride, genel olarak; hepimiz Hz. Mevlânâ’nın Şems-î Tebrîz-î Hazretlerini tanıdıktan sonra büyük bir aşka düştüğüne inanırız.

 

Elbette bu inanışın zâhirine, sûretine, şüphesiz eyvallah deyip doğru kabul etmek gerekir. Fakat bu ilâhi aşkın gerçek başlangıcı, mânâsı, özü, bâtını nereye dayanmaktadır? Bu konuyla alâkalı olarak da yine Hz. Mevlânâ’nın bazı beyitlerini sizlerle paylaşmak istiyorum:

 

Ben ne sudan yaratıldım, nede topraktan. Benim bu dünya ile hiç bir ilişkim yok. (25)

 

Hallâc-ı Mansur’un o nükteli Ene-l Hakk sözünün kavgası, gürültüsü, daha bu dünyada olmadan önce, biz rûh dünyası Bağdat’ında Ene-l Hakk diyorduk. (26)

 

Eğer Hallaç şimdi sağ olsaydı, benim sözlerimin ve  sırlarımın azametinden  Hallâç beni darağacına çekerdi. (27)

 

Biz kadîm olan,önüne evvel düşünülemeyen bir zamandan beri aşk’a düşen kişileriz. (28)

 

Allah’ım, ezel âleminde; Ben Sizin Rabbiniz değil miyim? dediğin günden beridir ki,  ben seninim, ben senin âşıkınım. (29)

 

Allah’ım beni ezelde yarattığın zaman, benim sana olan aşkım kemâl derecesine ermiş idi. O zamanlar ne yer vardı, nede gökyüzü. Ne güneş vardı, nede yaratılmış bir tek kişi.

Sen beni kendi aşkın için seçip o aşk ile kemâle erdirdiğin zaman, hiçbir şey mevcut değildi. Ben daha âlemler yaratılmadan, yerle gök mevcut değilken, senin nedimin, senin  dostun, senin en büyük âşıkin idim. (30)

 

Az çoğa delâlet eder diyerek arz ettiğimiz birkaç beyitten anlaşıldığı üzere bu ilâhi aşkın bâtını çok farklı, bizlerin sûret-i zâhirinde görüp anladığımız gibi ne âşık var, ne ma’şûk, ne şeyh var nede mürîd. Hz. Mevlânâ’nın kendi deyişiyle, daha âlemler yaratılmadan, yerle gök mevcut değilken, Cenâb-ı Allah onu kendi aşk-ı için seçmiş, o aşk ile de kemâl derecesine ulaşmıştı. Mademki hiçbir şey göründüğü gibi değil. O halde yüz yıllardır anlatıla anlatıla bitirilemeyen dünya durdukça da bitmeyecek olan Şems-î Tebrîz-î Hazretlerine karşı duyulan ilâhi aşk’ı nasıl anlamalı?

 

Her nereye başımı koysam secde edilen ancak O’dur. Altı cihette ve altı cihetten dışarı mâbud ancak O’dur. Bağ, gül, bülbül, güzel, sevgili hepsi birer bahanedir. Bunların hepsinden maksat sadece  O’dur. (31)

 

Ey sıfatları açıkta olan görünen, zâtı can içinde can gibi gizli olan ALLAH’ım, Ben, Senin bâki olan ilâhi zâtına yemin ederim ki;
Benim bütün dileğim, bütün arzum, bütün isteğim ancak sensin
Ben sadece seni seviyorum, ben sadece seni istiyorum
Ben senden gayrısını hiç zikretmedim bu âlemde
Ben hep seni zikrettim, ben, hep seni istedim bir başkası değil. (32)
Zaten, Tebrizli Şems’de bir bahanedir.
Seni zikretmekten başka dilde ne varsa hepsi sapıklıktır hepsi boştur.

 

Benim âşık olduğumu herkes anladı. Ne yazık ki, kime âşık olduğumu hiç kimse anlamadı. Hiç kimse bilemedi. (33)

 

Kulakların duyduğu, ancak benim dudaklarımdan dökülen sözlerdir. Candan attığım feryâdı hiç kimsecikler duymuyor. (34)

 

Ben Elest nurûna atılmış, elest nurû ile canını dağlamış, O ilk nûr ile kanatları yanmış yakılmış âşık bir pervaneyim. Şimdi de, O elest nurû padişâhımın, bu âlemdeki bir mumuna hizmet etmekteyim. (35)

 

Sonuç itibariyle; gövdesi olmayan, dalları ezelde, kökleri ebetteki bu ilâhi aşkın fânî âlemdeki tecellisi olan Hz Şems-î Tebrîz-î ile Hz. Mevlânâ’nın aşk-u muhabbetlerini kendi idrâksizlikleri içerisinde değerlendirip şekle sûrete takılıp kalanlara Hz.Mevlânâ son söz olarak bir rûbaisinde şöyle der: “Bizim Sevgili dediğimiz varlık sadece bir bahanedir. Aslında gerçek sevgili bir tek Allah’tır.

 

Hz. Mevlânâ; Sevgili dediğimiz bir bahanedir, maksat sadece Allah’tır, diyerek çok net bir şekilde bu konuya da açıklık getirmiştir. Mademki asıl maksat Allah’tır; Şems-î Tebrîz-î sadece bahanedir, niçin böyle bir bahaneye gerek duyulmuştur, bundaki hayır hikmet nedir?

Bunun cevabını da yine birkaç cümle ile Hz. Mevlânâ’nın kendi beyitleriyle arz etmek isterim:

 

Bedenimde hiçbir kıl yok ki, senin gamınla ağlayıp inlemesin. Ey canımın rahatı olan sevgili, benim bu feryadımın, benim bu figanımın sebebi nedir? Sen herkesi, cümle âlemi benim başıma mı toplamak istiyorsun? Çünkü ben bu kadar ağlamazsam feryâd-u figan etmezsem, (yâni Şems, Şems, Şems demezsem) bu halkta benim etrafıma toplanmaz.
Benim feryâd-u figanıma, Bu halkın etrafımda toplanması, bir araya gelmesi ne demektir ? Niçin bu halkı benim başıma toplamak istiyorsun?
Gölge varlıkların arkasında bulunan canların, aynı gaye ile bir araya toplanması, insanların kendilerinden kendilerine sefer etmesi demektir. Kendilerinde bulunan ilâhi emaneti hep birlikte bulmaları demektir. (37)

 

 

Görüldüğü üzere, hiçbir tevil’e, şerhe gerek olmayan, herkesin anlayabileceği ölçüde açık ve net beyitler. Hz.Mevlânâ başka bir beytinde: “Şiir benim sözlerimin elbisesidir. Fakat elbisenin içerisinde kim var?38 diye açık açık soruyor. Ne yazık ki, herkes elbiseyle ilgilendi, içindeki güzelden hiç kimsenin haberi yok. Hz. Mevlânâ’yı da Şems-î Tebrîz-îyi de anlayabilmek için önce, mümin müminin aynasıdır hâdis-i şerîfini çok iyi anlamak gerekmektedir. Bu hâdis-i şerîf yeterince doğru bir şekilde anlaşılabilirse Şems-î Tebriz-î-nin Hz. Mevlânâ’nın hayatındaki yeri de anlaşılmış olacaktır.

 

Divân-ı Kebîr’de: “Yusûf bahane maksat Hakk idi. Hiçbir Peygamberin canı bir insana âşık olmaz. Yakup Hz.İbrahim soyundandır bâtıla meyletmez”39 diye buyuran Hz.Mevlânâ içinde Şems-î Tebriz-î sadece bir bahane idi. Peygamber vârisi ulu bir âşıklar sultanı olarak onunda bâtıla meyletmeyeceği âşikâr. Şems-î Tebrîz-î Hazretlerinin sadece fâni varlığına, şekil ve sûretine, takılıp kalmak puta tapmak olur ki, hiç kimse Hz. Mevlânâ’nın puta taptığını iddia edemez.

 

Not: Bu yazı 11 Aralık 2009 tarihinde düzenlenen Şems-i Tebriz-i Sempozumu açılış konuşmasında okunmuştur.

 

 

Dip notlar:

1- Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.1.192

2- Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.2.579

3- Can Şefik Divân-ı Kebîr clt. 1. 345

4- Can Şefik Mesnevî clt. 3. 4719

5-  Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.1.199

6- Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.1.192

7-  Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.2.751

8-  Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.2.793

9-  Can Şefik Divân-ı Kebîr  clt.2.552

10- Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.2.538

11- Can Şefik  Divan’ı Kebîr    clt  1.162

12- Can Şefik Mesnevî clt.1.1740

13- Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.1.210

14- Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.1.118

15- Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.1.286

16- Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.1.199

17- Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.3.1213

18-  Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.4.1196

19- Can Şefik Divân-ı Kebîr c.3.1123

20- Can Şefik Divân-ı Kebîr c.3.1193

21- Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.4.770

22- Can Şefik Rubailer No:1178.

23- Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.4. no: 446

24- Şems-î Tebrîz-î Maklât M. Nuri Gençosman 1974 basım  clt.1- sayf. 151

25- Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.2.814.

26- Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.1418

27- Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.2.694

28- Can Şefik Civân-ı Kebîr clt.3.1180

29- Can Şefik Divân-ı Kekbîr clt.4.741.

30- Divân-ı Kebir Külliyât-ı Şems-î Tebrîz-î  3238

31- Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.4. 222

32- Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.1.78

33- Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.3. 977

34-Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.3.1007

35- Can Şefik  Divân-ı Kebîr clt.2.762

36- Can Şefik Divân-ı Kebîr clt .4. 184

37- Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.1.431

38- Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.2.876

39- Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.2.503