HZ. MEVLÂNA’DA PEYGAMBER SEVGİSİ *

Emk. Alb. Şefik CAN

 

Bu konu insanın tuhafına gidebilir. Yalnız Mevlâna değil bütün veliler ve bütün Müminler elbette alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimizi severler. Hatta sadece kendi Peygamberimizi değil bütün peygamberleri severler, onlara saygı gösterirler. Nitekim vaktiyle Viyana Muhasarasında Müslüman olan papaz Hz. İsa’ya küfrettiği için öldürüldü. Bizler Kur’ân-ı Kerim’de beyan buyurulduğu üzere bazılarını üstün görmekle beraber, vazifeleri bakımından bütün peygamberleri birbirlerinden farklı görmeyiz. Görmeyiz ama, elbette kendi Peygamberimizi daha çok severiz. Hatta yalnız biz değil, çeşitli milletlerin yetiştirdiği hakikati seven bilginler, medeniyet ve uygarlık tarihinde iz bırakan büyük insanları sayarken, Hz. Muhammed’i ihmal etmezler.

 

Senelerce evvel İstanbul Üniversitesinde “Kölelik ve Köleliğin Tarihi” konusu üzerinde konferans vermek için davet edilen Cambridge Üniversitesi profesörlerinden biri aynen şöyle söylemişti: “Bütün dünyada kölelik resmen kaldırılıncaya kadar (1815’te Viyana Bildirisi ile) hiçbir filozof, hiçbir mütefekkir, hatta hiçbir peygamber Hz. Muhammed kadar kölelerin de insan olduğunu, onların da hür insanlar gibi yaşama hakkı bulunduğunu söylememiştir. Aristo’nun, Eflatun’un eserlerinde köleleri insan sayma fikri yoktur. Onların hür insanlara hizmet etmeleri için iri kemikli yaratıldıklarından bahsedilir.” Peygamber Efendimiz: “Kölelerinize de kendi yediklerinizden yediriniz. Onlar da insandır” buyurmuştur. Hz. Ömer’in deveye kölesiyle nöbetleşe binmesi bu konuya güzel bir örnektir. Köle azad etmek en büyük sevap sayılmıştır. Bugün bütün dünyada insan hakları en başta gelen bir problem sayılmaktadır. 15 asır önce Peygamber Efendimiz bu mesele ile meşgul olmuştur. Bu yüzdendir ki Müslüman olmadıkları halde hakkı, hakikati seven İngiliz mütefekkiri Carlyle, Alman şairi Goethe gibi büyük insanlar Hz. Muhammed’e gönül vermişlerdir. İnsan olarak Hz. Muhammed’e karşı duydukları hayranlığı eserlerinde belirtmişlerdir. Michael H. Hart’ın yazdığı ve Sabah gazetesinin bir iki sene önce yayınladığı “En Etkin 100” adlı kitapta insanlık tarihinin en etkili kişisi olarak en başta, l numarada Hz. İsa’ya yahut Karl Marx’a değil Hz. Muhammed’e yer vermiştir.

 

Başka milletlerin en büyük insan olarak hayran oldukları Hz. Muhammed’i bizler, O’nun getirdiği dine bağlı olduğumuz için daha çok severiz. Bu yüzdendir ki, asırlardan beri gelen İslâm şairlerinin Peygamber Efendimiz hakkında yazdıkları na’tler ciltler doldurur. Peygamber sevgisine dair Buharî-i Şerifteki bir hadiste “Her ümmet kendi peygamberini daha çok sever.” diye buyurulmaktadır.

 

 

Şu hâlde Hz. Mevlâna’da peygamber sevgisi ne demek?

Hz. Mevlâna, yalnız büyük bir veli değil aynı zamanda eşsiz bir şairdir. Herhangi bir konu üzerinde şiir söylerken, Hz. Peygamberi hatırladığı zaman, söylediği beyitler arasında – benzetmede hata olmasın – “bir koyun sürüsü içinde koçlar gibi” fark edilir. Beyitler arasında Peygamber sözü geçince Mevlâna”nın söylediği beyitler çok heyecanlıdır, çok sıcaktır. Hz. Mevlâna’nın dudaklarından dökülen o beyitler, Hz. Muhammed’in nuru ile nurlanır da, göz kamaştırır, insanı mest eder. Mesela, Divan-ı Kebir’in I. cildinin 463 numaralı gazelinde Mevlâna ilâhî aşkı terennüm ederken bir fırsatını buluyor ve Peygamber Efendimizi hatırlıyor. Bu şiirin baş tarafından birkaç beytinin tercümesini arz edeyim:

 

Her an sağdan, soldan ilâhî aşkın sesi geliyor. Bu sesin etkisi ile biz, göklere doğru yükseliyoruz. Kimde bizi seyretmek isteği ve kabiliyeti var?

Zaten biz bu dünyaya gelmeden önce gökyüzünde idik, meleklerin dostu idik. Bizim esas yurdumuz orasıdır. Sonunda yine oraya gideriz.

Aslında biz, gökten de yüceyiz, meleklerden de üstünüz. Bizim konak yerimiz O’nun yanı olunca, neden biz gökleri de melekleri de gerilerde bırakmayalım?

Tertemiz inci, ilâhî cevher nerede? Kirli toprak dünyası nerede? Şerefinizi düşünmeden, bu alçak aleme geldiniz, kondunuz. Haydi eşyanızı toplayın, yükünüzü bağlayın. Bu yer bizim yerimiz değildir, buradan göçelim.

Genç baht, bizim dostumuz, can bağışlamak işimiz, meşguliyetimiz. Bizim aşk kervanımızın başında da cihanın varlığı ile övündüğü Hz. Mustafa var.

Mustafa Aleyhisselam öyle büyük bir varlıktır ki, ay O’nun mübarek yüzünü görmeye dayanamadı, bölündü ve O’nun niyazkâr bir kölesi iken bu talihe kavuştu.

Bahar mevsiminde esen şu rüzgarın hoş kokusu, O’nun mübarek saçlarının bölümünden geliyor. Hayalin bu parıltısı, bu şa’şası da kuşluk vaktindeki güneşin parıltısını andıran O’nun güzelliğindendir.”

 

Yirmi beyitten ibaret olan bu şiirinde Hz. Mevlâna, Peygamberimizi hatırlamış ve O’nun sevgisi ile yukarıda arz ettiğim beyitleri söylemiştir. Şiirler söylerken Hz. Peygamber Efendimizi bazen Ahmed (a.s.), bazen Muhammed (S.A.V.), bazen de Mustafa ism-i şerifi ile yâd eder. Divan-ı Kebir’in çeşitli kafiyelerinde 137 gazelinde Peygamber Efendimiz hakkında çok güzel beyitler söylemiştir.

 

Bilindiği gibi her velinin kendine göre bir özelliği vardır. Mevlâna hep sevgi, Hakk sevgisi üzerinde durmuş, insanı da Hakk’ın tecellisine en çok mazhar olan üstün bir varlık olarak gördüğü için sevmiştir ve sevgisinin üstünlüğünden ötürü insanın hatalarına da müsamaha gözü ile bakmıştır. Peygamber Efendimize gelince, “Habibullah” Allah’ın sevgilisi olan, kamil insanların da kamil insanı sayılan aziz Peygamberimizi Hz. Mevlâna’nın nasıl sevdiğini bu yönden de görmek gerek. Mevlâna’nın “Ben yaşadığım müddetçe, Kur’an’ın kuluyum, kölesiyim. Ben Hz. Muhammed’in ayağını bastığı yerin toprağıyım.” diye Peygamber sevgisini belirten rubaileri de mevcuttur.

 

Dikkat buyurulursa bahsettiğim beyitler, diğer şairler gibi sadece Peygamberimizi düşünerek yazdığı na’tlar değildir. Divan-ı Kebir’deki binlerce gazeli arasında yeri gelince Peygamber Efendimizi hatırladığı, sevgisini, saygısını açığa vurduğu beyitlerdir. Mevlâna’nın da diğer divan şairleri gibi yalnız Peygamberimize karşı duyduğu sevgiyi belirten birkaç na’tı da vardır. Diğer şairler na’tları dışında yazdıkları gazellerde Peygamberimizi hatırlamazlarken Mevlâna bu usulden ayrılmış, başka konular hakkında beyitler söylerken Peygamber Efendimizi sık sık hatırlamıştır. Bunlardan da birkaç örnek arz etmek istiyorum. Divan-ı Kebir’in II. cildinin 901 numaralı gazelinde:

 

Gönül ile aşk, Ahmed (a.) ile Hz. Ebû Bekir gibi mağara dostu olmuşlardır. İki mağara dostunun adları iki, canları bir olursa bundan ne çıkar.

 

 

Divan-ı Kebir’in III. cildinin 1137 numaralı gazelinde:

Hz. Muhammed’in nuru milyonlarca parçaya ayrıldı da, uçtan uca iki dünyayı kapladı.

Peygamber Efendimiz o nurun (parıltısındaki) şimşek gibi çakınca küfür perdeleri yırtılır da binlerce kişi, binlerce rahip zünnarlarını koparıverirler.”

“Küfür karalar giyindi; çünkü Hz. Muhammed’in nuru geldi. Ölümsüzlük davulunu çaldılar, ebedi saltanat devri geldi.

Yeryüzü yemyeşil oldu. Gökyüzü hasedinden yenini yakasını yırttı. Ay ikiye bölündü ve dünyaya ruh geldi, canlandı.

Dün gece gökyüzündeki sayısız yıldızlardan müthiş bir gürültü duyuldu. Çünkü yıldızı kutlulardan kutlusu eşsiz bir yıldız yeryüzüne inmişti. (Cild II; No: 882)

 

Divan-ı Kebir’de bu beyitleri söyleyen Mevlâna, Mesnevî’de de bu konu üzerinde çok durur. IV. cilt Mesnevî’nin 3844-3846 beyitleri şöyledir:

Hz. Muhammed’in sureti bir duvarın yüzüne vursa, duvarın gönlünden gönül kanı damlar.

O’nun mübarek sureti duvara öyle kutlu gelir ki, duvar bile hemen iki yüzlülükten kurtulur.

Temiz ve pak kişilerin bir yüzlü oluşlarına karşı, duvarın iki yüzlü oluşu onun için ayıptır.

 

 

Mesnevî’nin VI. cildinde 167. beyitle başlayan beyitlerde aynen şöyle buyurur:

Hz. Muhammed, bu dünyada da şefaatçidir, o dünyada da… Bu dünya din dünyasıdır. O dünya ise cennetler dünyasıdır.

Bu dünyada onlara yol gösterir. O dünyada ise ay gibi olan yüzünü gösterir.

O’nun gizli ve aşikar adetleri: “Ya Rabbi, ümmetime doğru yolu göster, onlar gerçekten de bilmiyorlar.” diye dua etmekti.

O’nun mübarek nefesi ile iki kapı da açılmıştır. İki dünyada da duası kabul edilmiştir.

O’na benzer birisi ne gelmiştir, ne de gelecektir.

O mübarek ruhuna, kutlu gelişine, evladının zamanına da yüz binlerce salât ü selam olsun.

 

Aynı cildin 816. beyti ise şöyledir:

Hz. Peygamber Efendimizin sözlerinin hepsi de hakikat denizinin incileridir, çünkü O’nun mübarek gönlü, hakîkat denizi ile birleşmiştir.

 

 

Mesnevî’nin III. cildinde 3110 numaralı beyitle başlayan bölümde Peygamber Efendimize ait bir iki mucizeyi Hz. Mevlâna’nın nasıl coşkunlukla anlattığını görelim:

Malik oğlu Enes’ten rivayet edilmiştir. Bir kimse ona misafirliğe gitmişti.

O misafir hikaye etmiştir ki, Enes Hazretleri, yemekten sonra peşkirinin sararmış, solmuş, kirlenmiş olduğunu gördü.

Hizmetçi kıza: “Şu kirli ve bulaşık peşkiri bir an için olsun tandıra atıver.” dedi.

O anlayışlı kız, hemen peşkiri ateşle dolu tandıra attı.

Misafirlerin hepsi, bu işe şaştılar, peşkirden dumanlar çıkacağını, yanıp kül olacağını bekliyorlardı.

Bir müddet sonra hizmetçi kız, kirlerden temizlenmiş, beyazlaşmış peşkiri tandırdan çıkardı.

Orada bulunanlar, “Ey Aziz Sahabi” dediler. “Bu peşkiri nasıl oldu da ateş yakmadı, üstelik bir de temizledi?”

Enes Hazretleri buyurdu ki; “Mustafa (S.A.V.) bu peşkire çok defa elini, ağzını sildi de ondan.”

Ey ateşten ve azabdan korkan gönül, öyle bir el, öyle bir dudak sahibine yaklaş.

O mübarek el ve ağız, peşkir gibi cansız bir şeye böyle bir yücelik böyle bir şeref verirse, bir aşığın ruhuna neler verir? Ne feyizlerde bulunur?

 

 

Aynı Mesnevî cildinin 3130 numaralı beyitle başlayan bölümünde, Mevlâna, Peygamber Efendimizin bir mucizesini şöyle anlatır:

Çölde bir Arap kervanı susuz kalmıştı. Yağmursuzluktan su tulumları kurumuştu.

Çölün ortasında kalmışlar ve susuzluktan öleceklerini anlamışlardı.

Ansızın, iki dünyada da darda kalanların yardımına koşan Hz. Mustafa Efendimiz, onlara yardım etmek için teşrif buyurdu.

Orada pek kalabalık bir kervan gördü. Kervan halkı o uzun yolda kızgın kum üstünde kalmıştı.

Develerin susuzluktan dilleri sarkmıştı. Halk kumların üstünde öteye beriye dağılmıştı.

Resulullah onlara acıdı ve buyurdu ki: “Haydi, çabuk kalkın, bir kaçınız şu kum tepesine doğru koşun.”

“Orada siyah bir köle, bir zenci var. Devesine binmiş efendisine tulumla su götürüyor.”

“O köleyi, devesi ile beraber, istese de istemese de alın, benim yanıma getirin…”

Çölde bir Arap kervanı susuz kalmıştı. Yağmursuzluktan su tulumları kurumuştu.

Çölün ortasında kalmışlar ve susuzluktan öleceklerini anlamışlardı.

Ansızın, iki dünyada da darda kalanların yardımına koşan Hz. Mustafa Efendimiz, onlara yardım etmek için teşrif buyurdu.

Orada pek kalabalık bir kervan gördü. Kervan halkı o uzun yolda kızgın kum üstünde kalmıştı.

Develerin susuzluktan dilleri sarkmıştı. Halk kumların üstünde öteye beriye dağılmıştı.

Resulullah onlara acıdı ve buyurdu ki: “Haydi, çabuk kalkın, bir kaçınız şu kum tepesine doğru koşun.”

“Orada siyah bir köle, bir zenci var. Devesine binmiş efendisine tulumla su götürüyor.”

“O köleyi, devesi ile beraber, istese de istemese de alın, benim yanıma getirin…”

O su arayıcılar kum tepesine doğru gittiler, biraz sonra Peygamber Efendimizin haber verdiği zenciyi gördüler.

Siyah bir köle, bir deveye binmiş gidiyordu. Efendisine su ile dolu bir tulum götürüyordu.

Ona: “İnsanların övüncü ve kainatın hayırlısı Hz. Peygamber, şurada, seni istiyor.” dediler.

Köle: “O kimdir? Ben onu tanımıyorum.” dedi. “O ay yüzlü, şeker huylu Peygamberdir.” dediler.

Peygamberimizin bütün iyi huylarını mümkün olduğu kadar anlattılar. Zenci “O galiba bahsedilen sihirbaz, şair olacak.

Duyduğuma göre, sihir yaparak halkın bir kısmını kendine bağlamış. Ben onun yanına bir arşın kadar bile yaklaşmam.” dedi.

Bunun üzerine köleyi ve deveyi çeke çeke kervanın bulunduğu yere götürmeye başladılar. O sövüp sayıyor, bağırıp çağırıyordu.

Onu Aziz Peygamberimizin yanına getirdiler. Peygamber Efendimiz “Onun tulumundaki sudan için ve kırbalarınızı doldurun.” diye buyurdu.

Hepsi, o tulumdan su aldılar, develere varıncaya kadar herkes o sudan içti.

Herkes kırbasını o tulumdan doldurdu. Gökyüzündeki bulut bile bu mucizeye gıpta etti, şaştı kaldı.

Bunu kim görmüştür ki, bir tulumdan bunca cehennemin yanışı soğuşun, susuzluğunu gidersin?

Kim görmüştür ki, bir tek tulumdan bunca kırba, ağzına kadar dolsun?

Kervan halkı Peygamber Efendimizin mucizesine hayran oldular da “Ey lütuf ve ihsanı deniz kadar geniş olan Hz. Muhammed, bu hâl nedir?” dediler.

“Küçük bir tulumu, mucizene perde ederek hem Arabi, hem Kürdü suya garkettin.” diyorlardı.

Hz. Peygamber buyurdu ki: “Ey köle, senin suyundan aldılar diye şikayete başlayıp, iyi kötü söylenmemen için, su tulumuna bak. O boşalmamış, dopdolu.”

O siyah köle Peygamberin mucizesi karşısında şaşırıp kaldı. Mekansızlık aleminden onun gönlüne iman geldi.

Köle, gökten bir çeşmenin aktığını gördü. Onun tulumu, gökten gelen ilâhî feyzin coşkunluğuna örtü olmuştu.

Gözlerinin önünden bütün gaflet perdeleri yırtıldı, sıyrıldı da o, gayb aleminin çeşmesini apaçık gördü.

O anda kölenin gözleri yaşlarla doldu. Efendisini de, yurdunu da unuttu, gitti.

Elsiz, ayaksız kaldı. Allah, onun canına tatlı bir titreme saldı. Kendini kaybetti.

Hz. Peygamber, tekrar işini, vazifesini yapsın diye onu kendine getirdi. “Ey faydalar elde eden köle, kendine gel de, yola düş, susuzlara suyunu götür.” diye buyurdu.

“Şimdi, hayret zamanı, şaşkınlık zamanı değil, asıl seni şaşırtacak hal, ilerde karşına çıkacak… Sen hemen yola düş, hızla gitmeye bak.”

Köle Hz. Mustafa’nın ellerine yüzünü sürdü, o mübarek elleri aşıkçasına öptü, öptü.

Resulullah, mübarek elini onun yüzüne sürdü ve onu ebedi saadete eriştirdi.

O zenci, o Habeşi köle, beyazlandı. Gece gibi simsiyah olan yüzü, ayın on dördü gibi aydınlandı, gündüz gibi nurlandı.

O siyah köle güzellikte ve olgunlukta Hz. Yusuf gibi oldu. Ona “Haydi, köyüne git de hali anlat, haber ver.” diye buyurdu.

Köle elsiz, ayaksız bir hale gelmiş, mest olmuştu. Gidiyordu ama elini ayağından ayırt edemiyordu.

Kervandan ayrıldı. İki dolu tulumla efendisinin yanına geldi.

Efendisi, onu, uzaktan beyazlamış görünce, şaşırdı. Şaşkınlığından o köyün halkını çağırdı.

“Bu su tulumu, bizim tulumumuz.” dedi. “Deve de bizim devemiz. Fakat zenci yüzlü köle nereye gitti?”

“Bu uzaklardan gelen bir ay ki, yüzünün nuru, gündüzün ışığına vuruyor, onu aydınlatıyor.”

“Bizim köle nerede? Yolu mu şaşırdı? Yoksa onu bir kurt mu yedi?”

Köle karşısına gelince, Ona “Sen kimsin?” diye sordu. “Bir Yemenli misin? Yoksa Türk müsün?”

“Kölem nerede? Onu ne yaptın? Doğru söyle, hileye kalkma…”

Köle dedi ki: “Senin köleni öldürmüş olsaydım, kendi ayağımla kanımı döktürmek için sana nasıl gelebilirdim?”

Efendi: “Peki, benim kölem nerede?” diye sordu. Köle: “İşte, burada, Senin kölen benim.” dedi. “Allah’ın lütuf eli, benim yüzümü ağarttı, parlattı.”

Efendi: “Hey” dedi, “Sen ne söylüyorsun? Kölem nerede? Doğru söylemekten başka çaren yok, yoksa benim elimden kurtulamazsın.”

Köle dedi ki: “Senin o köle ile aranda geçen sırları sana bir bir anlatayım, hepsini söyleyeyim.”

“Beni satın aldığın andan şimdiye kadar aramızda geçenleri sana anlatayım.”

“Bilesin ki ben oyum, her ne kadar, gece gibi kapkara olan bedenimden parlak göz kamaştırıcı bir sabah doğmuşsa da, ben ruhi varlığımla aynı köleyim.”

“Bedenimin rengi değişti ama tertemiz olan ruhun ne rengi vardır, ne unsurlara bağlıdır, ne de toprağa mensuptur.”

Divan-ı Kebir’in III. cildinin 1135 numaralı şiirinde:

Kılıçlar üzerine zırhsız çırçıplak atılan sahabe, Muhammed Muhtar’ın sunduğu iman şarabı ile mest olmuşlar, kendilerinden geçmişlerdi.

Hayır, bu söz yanlış oldu. Hz. Muhammed saki değildi. İlâhî şarap ile dolu bir kadehti. İyi kişilere sakilik eden de Cenab-ı Hak’tı.

 

Keza Divan-ı Kebir’in II. cildinin 792 numaralı gazelinde de:

Hz. Ahmed’in nuru, dünyada ne bir ateşe tapan bırakır, ne de bir Yahudi. O’nun devletinin gölgesi herkesin, bütün insanların üzerine düşsün, onları aydınlatsın.

Yolunu kaybeden insanların hepsini de imansızlık çölünden alırlar, yola getirirler. Hz. Mustafa sonsuzluğa kadar Hak yolunun kılavuzu olsun.

Divan-ı Kebir’in I.cildinin 490 numaralı şiirinde:

Dünya ve dünyanın işleri, baştan başa havadan ibaret. İyi kötü yapılan işlerin karşılığı havaya gider.

Fakat Hz. Muhammed’in getirdiği dine bak. Hicretten 650 yıl geçmiş, o hâlâ durmada… Ne sağlam yapı! Ebû Leheb ve ona benzeyenlerin hiçbir şeyini göremezsin. Ancak ibret almak için hikâyeleri anlatılır.

 

Divan-ı Kebir’de Peygamberimiz hakkında bu beyitleri söyleyen Hz. Mevlâna Mesnevî’nin III. cildinde 1197 numaralı beyitle şu beyitle başlayan bölümünde aynı duyguları daha geniş olarak söylemiştir:

Allah’ın lütfu artırırım. Senin adını altın ve gümüş üstüne bastırırım.

Senin için mescitler, minberler ve mihrablar, Muhammed Mustafa (a.) vadetmişti ki: ‘Sen ölsen de, Kur’an ve İslâm dîni ölmez.

Senin Kitabını, senin mucizeni, ben yüceltirim. Kur’an’a bir şey katmaya, Kur’an’dan bir şey eksiltmeye ben engel olurum.

Ben, seni iki dünyada da korurum. Sözlerini kınayanları terk eder onları hor ve hakir bir hale koyarım.

Kimsenin Kur’an’a bir harf ilave etmeye ve bir harf eksiltmeye gücü yetmeyecektir. Sen benden daha iyi bir koruyucu arama.

Senin şeref ve şanını günden güne yaptırırım. Sevgi yüzünden sana öyle lütuflarda bulunurum ki, senin kahrın benim kahrım olur, yani senin sevdiğin benim sevdiğim olur, senin sevmediğin de benim sevmediğim sayılır.

Şimdi, senin adını, korkudan gizli anıyorlar. Namaz vakti gelince gizli namaz kılıyorlar.

Lânetlenmiş müşriklerin korkusundan, dînin yer altında gizleniyor.

Ben ufukları minarelerle dolduracağım. Onların üstünden senin şerefli adını insanlara duyuracağım. Sana asi olanların iki gözünü kör edeceğim.

Kulların şehirler alacaklar, mevkiler bulacaklar, senin dînin yerden göklere kadar bütün dünyayı kaplayacaktır.

Ey Mustafa, sen, dînin hükmünü kaybedip ortadan kalkacağından korkma. Biz onu kıyamete kadar Bakî kılacağız.

Senin dînine kastedenler, senin Kur’an ve Hadislerine el uzatamayacaklardır. Ey Peygamberlerin şahı, için rahat olarak mübarek bir uyku ile uyu.

Sen, mezarında uyuyor gibisin, fakat nurun göklere vurmuş, seninle savaşa girişecekler için, savaşa hazırlanmış.

Felsefecinin din aleyhinde söylediği sözleri, senin yay gibi olan nurun, oklar yağdırır, onu susturur.’

Cenab-ı Hak vadettiğini, hatta, daha fazlasını yaptı. Hz. Peygamber mübarek hücresinde uyudu, fakat bahtı ve ikbali uyumadı.

 

Mevlâna bu beyitleri yedi asır önce söylemiş. Onun yaşadığı zamanlarda İslâm memleketleri önce Haçlılar tarafından yakılmış, yıkılmış, sonra doğudan gelen Moğollar da vahşi kurtlar gibi saldırmışlardır. Camileri yakmışlar, Müslümanları kılıçtan geçirmişlerdi. Dikkat edilirse en buhranlı zamanlarda bile Mevlâna bedbin, yani karamsar değil. “Mahvolduk!” demiyor İslâm’ın sonsuza kadar yaşayacağından bahsediyor. Bu görüşten ders almamız gerekir.

 

Bugün de, İslâm’ın ilerlemesini çekemeyen Batılılar şu veya bu şekilde İslâm’ı baltalamak istemektedirler. İslâm’ın kalesi olan yurdumuzu da çökertmek arzusu ile içimize kurt düşürmekte, bölücü örgütleri beslemektedirler. Bizi birbirimize düşürerek, güzel Anadolu’muzu parçalamak için harekete geçmişlerdir. İslâm düşmanı olan Batılılar, Cezayir’de, Afganistan’da Müslümanları birbirine kırdırmaktadırlar. Bosnalılar Müslüman olmasalardı da Hıristiyan olsalardı insan haklarından dem vuran Avrupa milletlerinin gözü önünde zulme, işkenceye uğrarlar mıydı? Bütün dünyanın gözü önünde televizyonlarda görülen Müslüman Filistinliler, senelerce Yahudilerin zulmüne, işkencesine maruz kalır mıydı?

 

Aziz Peygamber Efendimiz, kendi ümmetini “ümmet-i mazlûme” ezilen, zulüm gören ümmet olarak tavsif buyurmuşlardır. Böylece her devirde Ebû Cehillerin bulunacağını, her yerde Müslümanların zulüm görecelerini, ezileceklerini, hor görüleceklerini, yılmayacaklarını haber verdi. Müslümanların zulme, işkenceye sabırla dayanacaklarını fakat sonunda Hz. Muhammed’in getirdiği dinin sonsuza kadar yaşayacağını müjdeledi.

 

 

 

* IX. Millî Mevlâna Kongresi, Tebliğler, S. Ü. Selçuklu Araştırmaları Merkezi Yay., Konya, 1997, s. 51-62