Sözler var söz evinde; kimisi kırık, kimisi beyhûde ve sahipsiz; debdebeli, hırçın, manası kayıp. Sözden öte ise kelâm var can evinde; ruha gıda, derde devâ; sükût içinde apaydınlık. Fakat bir söz de var ki çaresiz, mahcup, ızdıraplar içinde; pervane gibi kanadı yanık, bir kelâma müştâk, manaya âşık; sanki gül hâmuş bülbül de hâmuş, yaşıyorlar bir aşk çilesini…
Avuçların içinde pamuk gibi beyaz bir kâğıt, hep öylece bembeyaz kalsaydı. Bir nazar etselerdi ona; sükûta hemdem. Üflenseydi içine nice binbir âlem. Kalemsiz, renksiz, sessiz. Damla damla akar mıydı harfler kalbimize, dökülür müydü sükûtta yazılan o kelâmlar içimize? Duyabilir miydik sükûtun mahrem sesini? Ve o kelâm ki, hangi kitaplarda yazılı? Hangi sayfalara kayıtlı? Bir can sedâsı mıdır o? Bir nur hâlesi midir o? Yoksa kelâm da, bir kelâma mı âşık olmuştur ki söz evinden çekilip gider; bir can kuytusuna kendisini pinhan eyler!.. Kelâmdaki bu esrar! Ya sükût, o nasıl bir deryadır ki kelâmı bir inci gibi içinde saklar. Ne hayrettir! Söz gümüşse sükût altındır diyorlar; hâlbuki bir düşünseler! Söz gümüşse, sükût alevler içinde kavrulan bir altındır deseler. Yahut da söz divâne bir çilekeşse, sükût kelâmın manasını bağrında taşıyan içli bir aşk öyküsüdür deseler…