Peygamber anlayışı üzerine (Aralık 15, 2016)

Peter Hüseyin Cunz, Konya, Aralık 15, 2016 

Hamd, her vahyin ancak kendisine övgü ile mümkün olduğu yüce Allah’a dir.! Tüm övgüler arayana cemalini gösteren, görme kuvvetini bahşeden, sırları ortaya çıkaran ve peçeleri kaldıran yüce Rabbimizedir ve biz ona hamd ederiz. Allah’ın selamı ve rahmeti mübarek Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’in (SAV), ondan önce ve sonra gelen kehanet ve âyetlerin taşıyıcısı tüm peygamberlerin üzerine olsun. Allah’ın rahmeti ve selamı kendilerine. ailelerine, yakınlarına ve yol arkadaşları üzerine olsun!

 

Bu fakirden Hazreti Muhammed (SAV) Efendimiz hakkında bir şeyler yazmam istendi. Fakat bu Fakir bunu kendi mukavemetiyle degil, yüce Allah’a siginarak , O’nun yardimiyla ve izniyle düşünceleri ve deneyimleri hakkında konuşacaktır.

 

Ey kendilerine hürmetle yukarı baktığımız ve sınırlı vizyonumuz ile asla tam anlamıyla anlayamadığımız elçi ve peygamberler! Neden sizleri seven müminler arasında bu kadar çok nefret ve şiddet var? Evet, biz sizi layığınca anlayamadık ve sizi kendi idrakimizde olan kavramlarla sınırladık!

 

Peki peygamberler hakkında tartışmak ve farklı görüşleri olan insanlara şiddet uygulamayı kendimize hak görmek haddimizi aşmak değil midir? Halbuki siz peygamberler ve elçiler Allah’ın seçilmiş kullarısınız! Cenab-ı Hak sizleri kendi Nurundan ve kendine araç olarak yaratmıştır; bizim algımız bu sırrı görme kudretinde olmayabilir. “Onun (Allanın) peygamberlerinden hiç birini diğerlerinin arasından ayırmayız (hepsine inanırız), dinledik (kabul etdik; emrine) itaat etdik.” (2: 285 ayet)

Her durumda bize işaret ve delil gönderen Rabbimize şükürler olsun. “Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır” (Ayet 2:115). Allah’ın yüceliği daima vardır fakat onu görmek göze. duymak için de kulak gerekir. Ve sadece yüce Allah bilir ne zaman ve  neden O’nun güzelliğini ve gücünü gösterecek peygamber veya elçi göndereceğini. Bu Fakir peygamberleri ve elçileri bu alem ve öteki alem arasında seçilmiş canlı arabirim olarak görür.

 

Bizim herşeyi lineer anlamda değerlendirmemiz tipik bir insani özelliğimizdir. Eski zamanlarda, insanlar başka bir şey bilmiyordu; onlar için her şey tarihsel bir değişmez takvim olarak görülürdü. Einstein’ın görecelik teorisi ve kuantum fiziği henüz bilinmiyordu. Tekrar tekrar insanlar kendi sefaletlerine baktıkça dünyanın sonunun yaklaştığını ve büyük günün yaklaştığını düşünmektelerdi. Bu anlamda Yahudi halkından bazıları 2000 yıl önce Hz. İsa’nın Mesih olduğunu ortaya koydu. Fakat zamanla dünyanın sonu gelmedi ve onlar Tanrı’nın kurtarıcı ve esenlik getirici Oğul kavramını geliştirdi. Fakat geleneklerine bağlı olan Yahudiler dini tarihin tarihsel olaylar hala sarılmakta ve böylece hala Filistin’de bazı haklara sahip olduklarını savunmaktalar.

 

Peki biz Müslümanlar daha mı iyiyiz? Bu fakirin fikri şudur ki bizler de aynı hataları yapıyoruz. İslam’ı sadece geçmişte olan birtakım olaylar ile bağdaştırmak Allah’ın vahiylerini geçmiş bir zaman dilimiyle kısıtlamaktır ki bu da kabul edilemez. Zamanı geçmiş yada gelecek olarak algılamamızın tek sebebi bu dünyadaki yer çekimi ile alakalıdır. Bazı durumlarda mesela dua, zikir veya tefekkür yaparken zaman mevhumu ortadan kalkmış gibi hissederiz; sanki büyük bir sonsuzluk ve zamansızlık hissine kapılırız. İslam evrenseldir; İslam her zaman olmuştur ve her zaman olacaktır! Tek tanrılı dinlerin bir kısmı tarihsel olayları dine dahil edip bunların birer yasa konumuna sokulmalarına izin verdiler. Yahudi ve Hristiyan mistikleri ile Sufiler bu duruma karşı çıkıp zamanın teologlarına ve yasaların yürürlüğe konulmasından sorumlu kimselere birer ayna olmaya çalıştılar.

 

Şu son birkaç yüzyılda Yahudi, Hristiyan ve İslam temsilcilerinin yaptıkları Avrupa’da büyük bir hayal kırıklığı ve şüpheciliğe yol açtı. Simdi bu fakir Avrupa’daki bu şüpheci kesim ile sık sık karşı karşıya geliyor ve onlara İslam’ın evrensel geçerliliğini ve güzelliğini anlatmaya çalışıyor. Peki Avrupa bu konuda nasıl ikna edilebilir? Bu ancak akılcı ve mantıklı argümanlar ile mümkündür. Çoğu zaman argümanımıza tek tanrılı dinlerin yaratılışı dünya ve ahiret hayatı olarak ikiye böldüğü ile başlarız; bu iki hayat birbiri ile iç içe geçmiştir ve birbirine bağlıdır ve biri diğerine bu şekilde anlam verir. Bundan sonra Peygamberlerin bu iki hayati birbirine bağlayan seçilmiş kişiler  konumunda olduklarını anlatırız. Bu peygamberlerin bir kısmı ise vahye layık görülmüştür (Peygamber Efendimiz gibi).

 

Hz. Musa’nın görevi sağlam ve dindar bir toplum yaratmaktı. Kendisine indirilen kutsal levhalar ile bu toplumun temelini oluşturdu. O eğitimsiz insanların oluşturduğu kendilerini din çatısı altında emniyette hisseden bir toplumun örnek bir lideri oldu.

 

Hz. İsa ise görünmeyen alem (mana alemi) ile doğrudan bağlantılı hayatı ile bir örnek oldu (Ruhullah) ve insanlara mana aleminin kapılarını açtı. İnsanlara tekâmüllerini tamamlamaları neticesinde (İnsan-ı Kamil mertebesinde) ancak Mutlak’a ulaşabileceklerini bildirdi.

 

Hz. Muhammed ise Hz Musa ve Hz İsa’nın dinlerini tamamladı ve Müslümanlıkta ikisini de kendinde topladı. Bu sebeple kendisi Son Peygamber oldu. Peygamberimizde hem Yahudiliğin sağlam toplum anlayışı hem de Hristiyanlığın mana alemi ile yakın bağı zahir oldu birleşti. Kadir gecesinde ise Allah’ın vahyine layık oldu. Efendimiz bir ayağının madde aleminde diğer ayağının ise mana aleminde olması ile insanlığa bir örnek oldu; yani bir ayağı Hz Musa, diğer ayağı Hz İsa’da.

 

Peygamberlerin eylem ve hareketlerini anlayabilmek için o devrin şartlarını göz önünde bulundurmak gerekir. Peygamberin bir eyleminin altında yatan gerçek sebep neydi diye sormak gerekir. Bu sorulara cevap bulmadan eleştirmek bizi sadece yanlış sonuçlara götürür. Toplumların oluşumu ve hukuksal düzen o zamanlar farklıydı; kölelik olağan bir durumdu, kadınlar erkeklerin boyundurluğu altında idi ve ceza sistemi bugüne göre daha ağırdı. Tüm bunlar o zamana göre olağan şeylerdi ancak günümüzde bunlar toplumda kabul görmemektedir. Biz Müslümanlar olarak aklimizi kullanmalıyız. “Şüphesiz ki bunda aklını kullanan kimseler için büyük bir ibret vardır.” (Ayet 10:24)

 

Tanrı’nın doğrudan deneyimi ve etik bir şekilde bir arada yaşama İslam’da birleşmiştir: La il-aha il-Allah, Muhammad ar-Rasul Allah. İslam ile tek tanrılı dinler tamamlanmıştır. Makul düşünen insan İslam sayesinde Tanrı bağını yanlış yollara sapmadan kolayca bulur. Bu sebeple tek tanrılı dinlere yeni bir elçi gelmeyecektir çünkü İslam kişilere ihtiyaçları olan hem dünya hem de ahiret ile ilgili her türlü donanımı sunmuştur.

 

İşte bu Fakir az çok burada anlattığım gibi Avrupa’daki tartışmalara cevap veriyor. Ancak fakiri rahatsız eden dinleyicilerin şüphesi değil, daha çok birçok Müslüman ‘in İslam’ın büyüklüğünü ve evrenselliğini anlamamaları. Müslümanlar arasındaki kin ve savaş bu görüşün ve Allah’ın büyüklüğünü ve evrenselliğini kabul etmedeki isteksizliklerinin yaşayan bir kanıtıdır. Bu sebeple Avrupa’nın İslam politikasına karşı güvensizliği yerindedir.

 

Bu dar görüşlülere Allah’ın sonsuzluğunu, büyüklüğünü, mutlak kudretini ve güzelliğini nasıl anlatmak istiyoruz? Bizler O’nun ayetlerine şükredelim ve nihayet O’nu tamamıyla kavramak  girişimini göz ardı edelim. Nankör olanlar inkar edenlerdir, bir dine tabi olanlar değil. Niçin Yahudilerin yasalara sadakatinde ve Hristiyanların İsa’sında Nur-u Muhammedi’yi görmeyelim?

 

Fakir bu yazı ile edep sınırlarını aştı ise bu satırları okuyan kimselerin affına sığınıyorum. Bunu yazan kişi kendini Hz Mevlana’nın ayakları altındaki toz gibi hissediyor ki Hz Mevlana da kendisinin Peygamber Efendimizin ayakları altındaki toz olduklarını beyan etti. Allah’ın salat ve selamı Hz Muhammed ve yakınlarının üzerine olsun!