Ben Bir Güzel Gördüm*

H. Nur Artıran 

 

 

Sevgili dostlar; 23.1.2005 Pazar günü saat 22.50’de koca bir deryanın coşkun dalgaları derin bir sessizliğe gömüldü. Tevâzu’un, hoş görünün, alçak gönüllülüğün, mütevâzılığın en büyük kalesi yıkıldı. İnsanı insan yapan değerleri gösteren çok kutlu bir ayna kırıldı. Doksan altı yıllık yaşamında aldığı her nefesi, Hakka, hakikat’a, Hz.Mevlânâ’ya ve bu yolda hizmete adayan, insana ve düşünceye saygının sembolü bir güzel insan, bu fâni âlemde hiç dinmeyecek bir aşk sadâsı bırakıp cân-ı cân olup gitti.

 

Bugün 30.1.2005, aradan çok uzun bir yedi gün gelip geçti. Şefik Can dedemizden yıllardır işittiğim, “Her şey fâni, her şey hayâl, bizler gölge varlıklarız” sözü son günlerde iliklerime kadar işledi. Şu an ise; Cenâb-ı Allah’ın keremiyle kendileriyle tanışma lütfuna eriştiğim, hayatımın en kutsal gölge varlığı olan Şefik Can dedemizin boş kalan yatağının yanı başında sevinçle hüznün birleştiği bir yerdeyim. Çok değil birkaç gün önce aynı saatlerde, bu odada çok büyük bir heyecan ve telaş vardı.

 

Sevgili dedemiz, 14.11.2004 günü Zürih’te mânevi evlatlarının evinde Ramazan Bayramı’nın birinci günü sabah saatlerinde, beyin damarındaki bir tıkanıklık yüzünden aniden rahatsızlandı. İsviçre’de yapılan ilk tıbbi müdahalelerden sonra Türkiye ve İsviçre’deki doktorların ortak kararıyla İstanbul Şaşkınbakkal’daki devlethanesine getirilerek, burada tedavisine devam edildi. Bugün ise 23.1.2005 Kurban Bayramı’nın dördüncü günüydü ve dedemizin durumu yine sabah saatlerinde beklenmedik bir şekilde ağırlaşmıştı. Akşam gün bitimine doğru, Doktor Faruk Öndağ ve Yoğun Bakım Hemşiresi Meltem Öndağ dedemizin başucunda büyük bir gayretle tıbbın elverdiği her şeyi yapmaya çalışıyordu. Gerekli olan müdahalelerin büyük bir dikkat ve hassasiyet içerisinde tamamlanması bizleri oldukça rahatlatmıştı.Yoğun bir telaş ve endişenin ardından lütfedilen bu mutlu anı belgelemek için kısa bir video çekimi yaptım. Bendenizdeki sükuneti fark eden, Doktor Faruk Bey; olayların bazen hiçte göründüğü gibi olmadığını, ümitsiz bir hastanın bir anda hayata geri dönebileceği gibi, geri geldiği zannedilen bir hastanın da aniden aramızdan ayrılabileceğini söyledi. Bendeniz bu zarif uyarıya rağmen dedemizin aramıza geri döndüğüne inanmak istiyordum. Çünkü o günü oldukça sıkıntılı geçirmişti. Hâlbuki şimdi son derece sakin ve huzurlu görünüyordu. Fakat çok kısa bir zaman sonra çok  gizli bir kuvvet, hepimizi yönlendirmeye başladı bile. Âni bir kararla dedemizin baş ucunda bulunan kasetçalara Kâni Karaca’nın seslendirdiği, “Nay-i Osman Dede’nin Uşşak Mevlevî” ayinini koydum.

Hafif hafif çalan ayindeki ses ve ritimler, ötelerden coşup gelen büyülü bir titreşim gibiydi. Gönüllerimizde tarifsiz bir cezbe, âni bir coşkunluk, büyük bir sükûnet yarattı. Bir anda odada bulunan her şey derin bir sessizliğe gömüldü. Gözle görülmeyen fakat çok yakın olarak hissedilen ilâhi bir güç bizleri çok farklı boyutlara taşıdı. Belki açıkca görülen hiç bir şey yoktu ama, görülmeyen pek çok şey bulunduğumuz ortama tümüyle hakim olmuştu. Doktor Faruk Bey, Meltem Hanım ve bendeniz dedemizin baş ucunda olup bitenleri anlamaya çalışıyorduk. Ani bir kararla yan tarafta bulunun komidinin üzerinde duran zemzemi yavaş yavaş dedemize içirmeye başladım. Sanki nefesler tutulmuş tüm zaman bir anda durmuştu. Gayet sakin ve huzurlu görünen dedemizin içini çekercesine derin bir nefes aldığını fark ettim. Doktor Faruk Bey’e: “ Siz de fark ediyor musunuz, küçük bir çocuğun ağladıktan sonra iç çekişine benziyor” derken, gözlerinden bir damla yaşın gül cemaline süzüldüğünü gördüm. Ani bir refleksle eğildim o kutsal göz yaşını dudaklarımla almaya çalıştım. O bir damla göz yaşının bıraktığı iz nasıl çizilir? kelimelerle nasıl ifade edilir? Sanki doksan altı yılık ilâhi aşkla geçen hayırlı ve bereketli ömrünün toplamı o bir damla göz yaşında gizlenmişti. Bendeniz bir damla göz yaşının sarhoşluğu içindeyken arka arkaya iki damla daha göz ucundan yanağına doğru süzüldü. Onları da büyük bir  sevgi, şefkat ve muhabbetle ötelerden gelen bir armağan olarak eğilip aldım.Dedemizin içten içe büyük bir rahatlık ve huzur içerisinde olduğu açıkça görülüyordu. Bendeniz söz konusu sükûnetin tıbbi olarak yapılan müdahalelerin sonucu olduğunu düşünmüştüm. Belki bizler olup biten şeylerin yeterince farkında değildik ama aşk şehidi olan bu yüce insan aynı dakikalarda vuslat zamanının geldiğini çok iyi biliyordu. O nedenle de gözlerinden üç damla sevinç göz yaşları süzülmüştü. Hâlinde tarifsiz bir huzur, mutluluk ve râzı olma hali vardı. Öyle yüksek bir mânevi neşe yaşıyordu ki hepimiz kontrolsüz olarak bu neşeye ortak olmuş, bilmediğimiz bir deryanın coşkun dalgaları arasında kaybolup gitmiştik. Sanki bir anda gönül Kâbe’sinin kapıları açılmış, semavattan yer yüzüne nice ins-ü melek inmişti. Öyle ki, bu hâl ayan beyan bir halde hissedilir olmuştu. Tüm bu olup bitenlerin farkında olmanın verdiği mânevi neşe ve huzurla dedemizde “Oh çok şükür” der gibi derinden bir nefes alış; Doktor Faruk Bey’den sakin bir ses; “dedemizi yolcu ediyoruz.” Tüm sıkıntılar bitti, dedemiz rahatladı, belki birkaç gün daha bu aziz misafir bizimle olacak derken; “Yer altında yer üstündekilerden daha fazla dostlarım var” diyen dedemizi, her zaman büyük bir saygı ve hasretle yâd ettiği aziz dostlarının yanına yolcu etme zamanı gelmişti. Her şey bir anda olup bitmişti, bizler ne olduğunu yeterince anlayamamıştık ama, ayin-i şerîf çalmaya başladıktan hemen sonra öylesine ulvî tecelliler olmuştu ki, bu durum sesin ve sözün ötesinde sadece yaşanacak bir hâldi. Bu ilâhi cezbenin çok daha uzun bir süre devam etmesini istiyor, o nedenle Doktor Faruk Bey’e: gerçekten her şey bitti mi diye ısrarla sormaya devam ediyordum. Çünkü bir daha yaşanması mümkün olmayan bu eşsiz demlerin dedemizle birlikte gideceğinden hiç şüphe yoktu. Bütün bu olup bitenler on dakika içine sığmıştı. Bizler sırlı olan yer ve gök ehliyle birlikte dedemizi uğurlamaya çalışırken, başka bir odada bulunan Sabahat annemiz içeri geldi. Dedemizin birkaç dakika önce vuslat ettiğini fark edince yüksek sesle ağlamaya başladı. Odada öylesine büyük bir mânevi coşkuluk ve sükûn vardı ki, bu hâl ile hiç örtüşmüyordu. Sabahat annemizi yavaşça dışarı çıkarıp dedemizin bulunduğu odanın kapısını sıkıca kapadım. Yaşanan ilâhi tecellilerden, görünmez neşeden öylesine etkilenmiştim ki, ağlamaya üzülmeye hiç yer olmayan bu demde sadece birkaç dakika sema yapabildim.Yıllardır kitaplarda okuduğumuz, her sene on yedi aralıkta Ayne’l- yakîn olarak yaşadığımız Şeb-i arûs’u, şimdi dedemizin başucunda Hakk-el-yakîn olarak yaşama lütfuna ermiştik. Ten elbisesinden soyunan bu yüksek şahsiyet önünde saygıyla eğilip niyaz ettim. Yûsuf’un gömleğini yansıtan mübarek ellerine defalarca bûs edip kokladım. Hz. Mevlânâ aşığı bu yüce İnsan-ı Kâmil’e  gönül veren, o yüksek şahsiyeti tanıma şerefine eren herkes adına bir kez daha önünde saygıyla eğildim. Yıllarca durmadan, dinlenmeden, gece, gündüz kalem tutan bizlere nice sırlı kapıları açan ellerine tekrarbetekrar bûs ile niyaz ettim.

 

Ramazan bayramının birinci günü sabah saatlerinde sevgiliyle buluşacağının müjdesini alarak, hakikat diyarında gönül bayramı yapan dedemiz, Kurban bayramının son gecesi; “Bu can sana kurban imiş, ben koç kurbanı neylerim diyerek” ömrü boyunca peşinden koştuğu, uğruna her şeyini terk edip bir hiç olduğu, sevgilisiyle vuslata kavuşmuştu. Öylesine huzurlu, mutlu, neşeli bir buluşma anı yaşamıştık ki ne bir bayram ne de bir düğün böyle neşeli ve huzurlu olamazdı. O an içimde derin bir acı ıstırap hissedip ağlamadım, daha doğrusu ağlayamadım. Fakat birkaç gün sonra aynı saatlerde dedemizin boş kalan yatağının baş ucunda bu satırları sizlere paylaşmaya çalışırken, beden semasında nice şimşekler çakıyor, gözlerden sicim gibi yağmurlar yağıyor.

 

Şefik Can dedemiz son derece hassas bir ruha sahipti. İnsanları ne şekilde olursa olsun, rahatsız etmekten oldukça çekinirdi. O nedenle ki, dedemizin o çok değer verdiği dostlarının geceyi rahat geçirmeleri, rahatsız olmamaları için, sadece birkaç gönül dostuna vuslat haberini ilettim. Ertesi gün saat 14.30 gibi dedemizi son yolculuğuna hazırlamak gerekiyordu. Soğuk bir kış günüydü, akşamdan beri kaloriferler tümüyle kapatılmış, odanın camları da sonuna kadar açılmıştı. Bendeniz dedemizin mübarek tenine dokunduğum zaman buz gibi bir bedenle karşılaşacağımı ümit etmiştim. Halbuki olağanüstü bir şekilde vücud sıcaklığını hâlâ koruyordu. Elleri ayakları normal bir insandan farklı değildi. Yumuşacık ve hareket edebiliyordu. Mübarek vücutlarında saatler öncesi Hakk’a yürüyen bir kişinin hiçbir belirtisi yoktu. Beden sıcaklığı değişmediği gibi hareket kabiliyetini de yitirmemişti. Bu duruma şahit olan bir yakınımız Şefik Can dedemizin hâlâ yaşadığına inanmıştı. Gerçekten de sadece derin bir uykuya dalmış gibiydi. Bir gün sonra Şişli Camii’nde öğle namazını müteâkip cenaze namazı kılınacaktı. O günde kendi devlethanesinde kalmasını çok arzu etmiştim. Fakat doktorları iki gün evde kalmasının uygun olmadığını söylediler. Gün içerisinde saat 16 gibi Zincirli Kuyu Mezarlığı’ndaki gasilhaneye götürülmesine karar verildi.

 

Dedemizin mütevazı hânesi Hakk âşıklarıyla dolup taşıyordu. Vakit gelmişti ve son yolculuğuna çıkmak üzereydi. Hz.Mevlânâ âşığı bu değerli dostu alıp götürmek üzere sevenleri dua ve niyazlarla bir araya gelmişti. Tekbirler eşliğinde yatağından aldılar. Beden sandığında gizli olan dedemiz, bu defada tahta bir sandığa giriyordu. Ellerimle yatırdım gönül tahtıma, özenle örttüm yeşil örtüsünü. Büyük bir kalabalık o kutsal insanı omuzlamak onu sırtında taşımak istiyordu. Bunu bendeniz de çok istiyordum. Bir an düşündüm, bu yoğun kalabalık içinde bir hanım olarak tabutu omuzlamak ne derece doğru olur diye. O benim dedemdi, mânâ göğümün güneşiydi, son yolculuğuna uğurlarken sırtımda taşımak, öncelikle bendenizin göreviydi. Daha fazla düşünmeden tabutu omuzlayıp kalktım. Sevgiliye sunulacak çok nâdide bir gül demeti gibi cenaze arabasına kadar taşıma lütfuna eriştim. Sokak merdivenlerinden aşağı doğru inerken sağ omzumda hafif bir ağırlık hissetim. Sanki cennetten bir kuş gelip konmuştu. Araba kapıdan ayrılırken omzuma konan cennet kuşunun sevinci ve huzuruyla bir kez daha niyaz edip selam durdum bu yüce Hakk âşığına.

 

O gün yalnız ve masum geçen ilk geceydi. Ertesi gün Zincirli Kuyu Mezarlığı’na gidecektik. Sabah erken saatlerde Kuleli Askeri Lisesi Okul Kumandanın arzusu üzerine, üsteğmen Burçin Hanımla birlikte askeri bir araç, bizleri alarak Zincirli Kuyu Mezarlığı’ndaki gasilhaneye götürdü. Çok erkendi ve henüz hiç kimse gelmemişti. Üsteğmen Burçin Hanım ve birkaç gönül dostumuzla birlikte dedemizin bulunduğu yere geldik. Hiç soğuk havaya dayanamayan, oldukça çok üşüyen dedemiz, buz gibi sıra sıra çekmeceler içindeydi. Nasıl geçti zaman, neler yaşandı, duygularda hangi kıyametler koptu bilinmez. Nihayet yetkili bir kişi tarafından sırlı çekmece açılınca, bendenizi de ani bir rahatlama ve huzur sardı. Evden ayrılırken dedemizi battaniye içinde tabuta sırlamıştık. Ellerimle sardığım battaniyesi hâlâ üzerindeydi. Biliyordum, artık ne soğuk ne de battaniyenin sıcaklığı ona ulaşmıyordu ama yinede fakiri mutlu etmeye yetmişti.

 

Dedemizi yıkayıp çehizlemek için odalardan birine aldılar. Bizler de niyaz halinde içimizden lâfz-ı celâl çekiyorduk. Dedemizin bulunduğu odanın kapısı önünde birkaç erkek dostumuz da bizimle aynı vazifeyi yapıyordu. Bir anda eşsiz ahengi, büyüleyici  ritmiyle insanın tüm benliğini saran zikir sesleri etrafa hakim olmuştu. Bendeniz gayri ihtiyari bu seslerin biraz ötede sessizce zikretmeye çalışan erkek dostlarımızdan geldiği düşündüm. İnsanı başka âlemlere taşıyan bu zikre daha yakin olmak için hemen duvarın karşı tarafına geçtim. Fakat kapı önünde niyazda olan erkek dostlarımızın tümüyle sessiz ve içten zikrettiklerini fark edince, tüm benliğimle birlikte seslerin geldiği ötelere doğru yöneldim.

 

Derviş bir aileden gelmem dolayısıyla Anadolu’daki çeşitli tekke ve dergahlarda büyümüştüm. Dolayısıyla çok küçük yaşlardan beri tüm tarik ehlinin zikir meclislerinde bulunmak fakire nasip oldu. Fakat o an duyduğum zikirdeki ahengi, zikirle birlikte etrafı saran eşsiz ledünni zevk-i neşeyi her hangi bir yerde görüp, hissetmek mümkün değildi. Sesler gökyüzünden aleni yağmur gibi iniyor, binlerce ses tek bir vuruşta tekrar birleşiyordu. Bir an çevremdeki insanların bu sesleri duyup duymadıklarını merak ettim, etrafta büyük bir sessizlik ve sükun vardı. Hiç şüphesiz ki, bu zikir meclisi gök ehline hastı. Yüce bir Hakk âşığını karşılamanın verdiği neşe ile yeryüzüne inip bizlere kadar ulaşmıştı. Daha sonra, Şefik Can dedemizin başka bir manevi evladı tarafından da bu ledünni seslerin duyulduğunu öğrendim.O da insanın tüm benliğini saran zikir seslerinin nereden geldiğini anlamaya çalışarak, kontrolsüz bir cezbeyle sadece semâ yapmak istediğini söylemişti.

 

Böylesine ilahi bir coşkunluk içinde dedemizin yıkanıp, çehizlenmesini beklerken sırlı olan kapı sessizce açıldı. Kapıda mahzun bekleşen birkaç niyaz ehlini içeriye davet ettiler. Hepimiz büyük bir edep ve heyecan içinde dedemizin etrafına sıralandık. Bendeniz hemen başucuna geçtim. Aldığı her nefesi Hakk’a, hakikata, aşk’a ve âşıklara adayan bu yüksek şahsiyetin gül cemalini büyük bir hayranlıkla seyre daldım. O, günden beri de, dilsiz dudaksız, harfsiz, sözsüz, sadece “Ben bir güzel gördüm, ben bir güzel gördüm, ben bir güzel gördüm, ben bir güzel gördüm” zikriyle nasipdar oldum. İlâhi güzellik kadehiyle içilen şarabın sarhoşluğu ne zamana kadar devam eder, bu fakir daha nice zaman “Ben bir güzel gördüm” diye sessiz sedasız naralar atar, bilinmez. Niyazımız, bu ilâhi sarhoşluğun gözümüzde ve gönlümüzde ilelebet bâki olması. Bendeniz yıllardan beri Şefik Can dedemizin mütevazı ama, koca bir irfan deryası olan, kendilerinin deyimiyle fakirhanelerinde, o mübarek zât-ı şerifle birlikte yaşıyor, âcizane hizmetinde bulunmaya çalışıyordum. Gecemiz bir, gündüzümüz bir, gönlümüz bir, sanki aldığımız nefes birdi. Öyle ki yıllardır kendileriyle birlikte olmanın verdiği yakınlıkla dedemizi çok iyi tanıdığımı sanıyordum. Onun sonsuz bir derya olan ilâhi mânâsına ulaşmak, suretinden geçip, sıyretine vakıf olmak, elbette fazla kolay değildi. Allah her veli kulunu bir şekilde sırlarken, Şefik Can dedemizi de engin bir tevâzu ve alçak gönüllülük perdesiyle sırlayıp gizlemişti. Fakat her şeye rağmen dedemizin suretine vakıf olduğumdan hiç şüphem yoktu. Tâ ki; beyaz nurdan bir örtü gibi duran kefeninin içindeki cemalini görünceye kadar. Beyazlar içindeki mübarek cemalini gördüğüm an, yemin etme gibi bir alışkanlığım hiç olmadığı halde gayri ihtiyari; “Yemin ederim Allah’a, yemin ederim Kur’an’a, yemin ederim ki Hz.Mevlânâ’ya ki, ben böyle bir güzel görmedim” diyebildim. Bendeniz o mübarek insanı gördüğümü, onu çok iyi tanıdığımı, hatta ona çok değer verip sevdiğimi sanıyordum. En azından sokakta görsem tanırdım. Meğer dedemizi hiç görmemişim, hiç tanımamışım. Onu hiç sevmemişim. Yâ Rabb o nasıl bir ilâhi güzellik. Bendeniz yıllardır yanı başında olmama rağmen sadece “O an da dedemizin gerçek cemâlini görebildiğimi, işte O andan sonra ancak o mübarek insana gönül verdiğimi düşünüyorum” Gerisi sadece koca bir zann, boş bir hayâl imiş.

 

İlk defa gördüğüm bu kâmil zatın cemâline bakmaya doyamadım, gördüklerim karşısında gözlerime inanamadım. Beyaz nurlar içinde sanki genç bir delikanlı vardı, kaşlarında ki ara ara beyazlıkların her biri rûhundaki kemâlâtın izi nişanıydı. Cenâb-ı Hakk tevâzu, hoşgörü, alçak gönüllülük örtüsüyle sırladığı dedemizin perdesini tümüyle kaldırmıştı. Görünen cemâl, rûh ve kemâl zenginliği karşısında şaşkınlığa düşmüştüm. Esrarlı bir şekilde her teli birer mânevi işaret gibi duran kaşlarına, ötelerden bir şeyi okşar gibi parmak uçlarımla dokundum. Eğildim alnından gül yanaklarından  öptüm kokladım. İki gün önce Hakk’a yürümüştü, koca bir gece buzlar içinde kalmıştı. Yinede akıl ötesi bir hâl ile normal bir insan kadar yumuşak ve sıcak tenliydi. Dedemizi yakın tanıyanların çok iyi bildiği gibi, elmacık yanakları kırmızı kırmızıydı. Gül yanakları hâlâ aynı kızıllıktaydı. Sanki görünmez bir el, bilinmez bir fırçayla cemâlini özenle süslemişti.

 

Dedemizi çehizleyip odadan çıkardılar, çok kısa bir zaman içinde bile baş ucunda büyük bir hasretle bekliyorduk. Birden bire aklıma üzerinden çıkarılan elbiseleri geldi. Hemen büyük bir telaşla yıkandığı odaya koştum. Kimsecikler olmadığı gibi dedemize ait hiçbir eşyada ortalıkta görünmüyordu. Tüm gayretimle yetkililere dolayısıyla da dedemizin üzerinden çıkarılan eşyalarına ulaşmaya çalıştım. Nihayet bir kişi bu tür eşyaları mezarlığın arka tarafında olan bir çöp konteynırına attıklarını söyledi. Hâlbuki bendeniz dedemizin eşyalarını bize teslim edeceklerini düşünmüştüm. Nasıl gittim bilmiyorum ama bir anda kendimi eşyaların atıldığı konteynırın başında buldum. Neredeyse küçük bir oda büyüklüğünde koca bir varil. Ayaklarımın ucuna basarak elbiseleri görmeye çalıştım. Fakat aradan çok kısa bir zaman geçmesine rağmen dedemizin eşyaları yüzeyde görünmüyordu. Her şeyi öylece bırakıp geri dönemezdim. Tüm gücümü toparlayarak konteynırın içine atladım. Yüzlerce cansız bedenden çıkarılan sayısı bellisiz giysiler içerisinde dedemize ait elbiseleri bulmaya çalışıyordum. Normal şartlarda böyle bir cesareti gösterebileceğimi hiç düşünmüyorum. Uzun bir karıştırmadan sonra aradığım hazineyi bulmuştum. Dedeciğimin kutsal bedeninden çıkan elbiselerine sıkı sıkı sarılarak konteynırdan dışarı atlamaya çalışıyordum. Bu arda Şişli Camii’ne hareket etmek üzere dedemizi de cenaze arabasına almışlar. Aracın hareket etmesi için etrafta telaşla bendenizi arayan kişileri uzaktan görünce seslenip yardım istedim. Fakiri çöp konteynırın içinde kucağında elbiselerle dışarı atlamaya çalıştığını gören bir dostumuz koşarak yardıma geldi. Bendeniz aradığını bulmanın sevinciyle cenaze arabasına doğru koşarken, bir kez daha aşkın nelere kadir olduğunu çok yakın olarak görmüş oldum. Çünkü normal şartlarda nice cansız bedenlerin üstünden çıkan elbiselerin atıldığı çöp konteynırına engin bir denize dalar gibi bir çırpıda atlayamazdım.

 

Hz. Mevlânâ’mız ulu Hakk âşıklarının bu âlemden gidişini öyle güzel bir şekilde dile getirmişti ki, cenaze arabasında bile bunu çok yakın olarak görüp hissetmek mümkündü.

 

“Gerçeklerden haberli olarak ölen Hakk âşıkları sevgilinin önünde şeker gibi erirler.
Rûh âleminde, elest meclisinde âb-ı hayat içenler bir başka tarzda ölürler.
Ötelerden haberdâr olanlar, Hakk sevgisinde derlenip toparlananlar şu insan kalabalığı gibi ölmezler.
Hakk âşıkları letafette melekleri bile geride bırakmışlardır. Bu sebeple diğer insanlar gibi ölmek onlardan uzaktır.
Sen sanır mısın ki, arslanlar da köpekler gibi kapı dışında can verirler.
Hakk âşıkları, sevgi yolunda ölürlerse onları can padişahı kapıda karşılar.
Ahlâklarını, Mustafanın ahlâkına benzetenler, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali gibi ölürler
Aslında Hakk âşıklarına ölüm yoktur. Onlar ne ölürler, ne de yok olurlar. Ben bu sözleri şayet ölürlerse böyle ölürler diye söyledim.”
[ Divân-ı Kebîr, 972]

 

 

Şefik Can Dedemiz gibi Kur’ân ahlâkıyla kemâl bulmuş, Hz. Mevlânâ aşkıyla yanıp yakılıp hiç olmuş, ilim irfan deryası, bir kâmil zat-ı şerifi, böylesine yüksek bir şahsiyeti, bendenizin dünya kelâmıyla ifâde edebilmesi, ondaki ilâhi nuru, gönül zenginliğini satırlara sığdırması elbette mümkün değil. Cenâb-ı Allah’ın kendilerine lûtf ettiği her bir mânevi meziyet için, ehli tarafından ciltler dolusu kitap yazılabilir. Şu fâni âlemde, eğer varsa bir huzurum, mutluluğum, övüncüm, gururum, Cenâb-ı Allah’ın lûtf-u ihsanıyla sadece Şefik Can gibi âlî bir şahsiyeti tanımış olmaktan, onun kapısında bulunmaktandır. “Efendim evvelim sendin; âhirim de sensin” diyor; rûhaniyetleri önünde saygı, hürmet ve muhabbetle eğiliyorum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

*Bu yazı KEŞKÜL Dergisi’nin 4. sayısında yayınlanmıştır.